İnsan ve Sorumluluk
Geçmiş zamanlardan tevarüs eden, çözüm arıyormuşçasına sorduğumuz, ama çözüm bulamadığımız çokça sorularımız var: Ne olacak bu gençliğin hali? Ne olacak bu devletin hali? Ne olacak bu Müslümanların hali? Anlaşılan hallerden şikâyetçiyiz. Diğer taraftan, bizler gözümüzü açıp karşımızda gördüğümüz somut ve zihnimizdeki soyut kavramların hallerinden de sorumluyuz. Sadece şikâyet olmamalı insanın gönlünde ve dilinde. Keşke insanoğlu, nazarını kendine çevirse, kendi halini görse ve sorgulasa… Bir kamyonun arkasında şöyle yazıyordu: Kimse kendi kitabına bakmadan başkasının özetini çıkarmaya kalkmasın.
İnsanoğlunun karşısında ya da başkasında gördüğü pek çok rahatsızlık, kanaatimce kendisinin de bilinçaltında olan ve kendisini rahatsız eden sorunlarla benzerlik göstermektedir. Kendisini göremeyen ama karşısındakini görmeye çalışan insanlar ne çoktur çevremizde değil mi? İnsanı bu açıdan değerlendirdiğimizde; insan, kendisine ve karşısındakine hipermetroptur.
Dilimizden düşürmediğimiz sorunlarımız var dedik. Bu sorunlara gerçekten çözüm mü arıyoruz, yoksa laf olsun torba dolsun diye mi konuşuyoruz? Çoğu zaman niyet ‘’iki lafın belini kırmak, ben senden daha çok biliyorum’’ şeklinde olduğundan olsa gerektir ki sorunlarımıza sağlıklı çözümler bulamıyoruz. Hakları yenmesin; düşünen, soran, eleştiren, problemleri ortadan kaldırmak için samimi bir şekilde mücadele verenler de var. Bu şekilde olanlar ve onların fikirleri, belki büyüklerin ya da nüfuzlu çevrelerin çıkarları ile örtüşmediği için önümüzü aydınlatmıyor. Önümüzü aydınlatmasını istediğimiz fikirler, hep canlı kalmalıdır canlı tutulmalıdır. Bunu yapabilecek olan insanlar tarihin dününe de yarınına ‘sorumlu’ olan insanlardır. Sorunlu insanların sorumluluk alanı ise kendileri dışındaki herkes- her şey. Kapısının önünü süpürmeyip, Greenpeace koordinatörlüğü yapmak ne kadar samimi?
Gelenekçi doğu toplumlarının, sırtında taşıdığı büyük kambur da bu değil midir? Biri gelecek bizi ayağa kaldıracak, tüm dertlere deva olacak. Gözünü semaya dikip Mesih bekleyen, yerdekini göremiyor. Gözünü mezarlıklara dikip mehdi bekleyen göğün sürprizlerini anlayamıyor. Bir lideri kutsallaştıran, yapması gereken her şeyi yaptığına inanan ve onu desteklemekle mehdi ordusunda olduğunu zanneden başarıya ulaşmak için kendisine her şeyi caiz gören, ne çok insan var. Mehdi-Mesih beklentisi ile istirahatta olan nice insan velev ki o güne ulaşsa eminim ki bu defa ‘’O sen değilsin’’ diyecekler. Kutsallaştırdığı, onun için nice kalp kırdığı liderin iflah olmaz savunuculuğunu yapanlar gün gelince en iflah olmaz muhalif olmuyor mu? Hz. Ömer’e atfedilen şu söz ne kadar da anlamlıdır: “Helvadan putlar yapardık; tapardık, acıkınca da onları yerdik” İnsan hep mi aldanan ya da aldatan olmak zorunda?
Heybemizdeki yükleri, bir başkasının omuzlarına yıktığımızda akıllı olmuyoruz. Yarınlar için; kendimizin, çocuklarımızın, torunlarımızın ödeyeceği borçlar biriktiriyoruz demektir. Bizden öncekiler böyle yaptı diye bizler de böyle yapmak zorunda değiliz. Başkasının heybesine yük atan bir toplumdan, kendi yükünü taşıyan hatta başkasından yük alan bir topluma pekâlâ dönüşebiliriz. Kemal Sayar, Olmak Cesareti adlı kitabında önemli tespitlerde bulunuyor: ‘’Bu memleketi ben mi kurtaracağım’’? dediğimizde bizden öncekilerin yanlışını devam ettirmiş oluyoruz. Bizden öncekilerin bu yanlışı toplumsal bir çürümüşlüğün ve tembelliğin sonucudur. Sayar, bu durumu toplumlardan sorumluluk duygusunun gelişmemiş olması ile açıklar. ‘’Sorumluluk duygusunun kolektif bilince tam anlamıyla katışmadığı ülkelerde, akıntıya karşı durmak kurban kahramanlara yahut ‘’deli’’lere havale edilecektir. Ve ekler ‘’Bize sorumluluklarımıza sahip olma bilinci lazım. Tarih, sıradan ve sorumluluk sahibi insanların yazdığı bir kitaptır. O insanlar ki hiçbir beşerî otoriteye hürriyetlerini peşkeş çekmezler’’